
‘Mystery to Iunakare’ isimli bir Japon dizisinde kendisini bir şekilde çeşitli adli olayların parçası olarak bulan bir psikoloji öğrencisinden -Kuno Totono- bahsedilmekte. Totono, dizi boyunca suçlu ve mağdurların yaşam öyküsünü ve bakış açılarını kendine özgü yaklaşımı ile ele almaktadır.
Bir vakada, ‘Ateşin Meleği’ lakabını kullanan bir adam, ailesi tarafından istismara uğrayan çocukları korumak için çocuk haricinde evdeki herkesi ve evi ateşe vermektedir. Çocukların evlerinin duvarına kırmızı renkte bir taç çizmesiyle haberleşen Ateşin Meleği, çocukların bu şekilde özgürleştiğine ve mutlu olduğuna inanmakta. Çocukluğuna geri dönüldüğünde ise bu meleğin, babası tarafından terk edilen annesinin ona iğne saplaması, közle vücudunu yakması gibi çeşitli işkencelere maruz kaldığını görüyoruz. Ve bir gün evde yangın çıkmasıyla kurtulan bu çocuk, içeride annesi yanarken ve yangını seyrederken kendini özgürleşmiş ve rahatlamış hissettiğinden bahsediyor.
Kurtardığı bir çocuk ona yardım etmeye başlıyor. Ancak bu çocuğun evinde yangın çıkmasından bu yana kırmızı rengi her gördüğünde kendinden geçtiğini ve kırmızı rengi görmeye dayanamadığını gözlüyoruz. Ailesinin ölümünü istemiş ve bunun ağırlığından ve belki de pişmanlığından olabildiğince kaçmaya çalışan ve duygularını bastıran bir adam görüyoruz karşımızda.
Bu öyküye daha yakından baktıkça, birçok çocuğun ailesinin ölümüne sebep olmasından, yetim kalmasından ve koruyucu ailelerde çektikleri daha büyük sıkıntılardan bahsettiğini ve bizi bir karmaşanın içine bıraktığını söyleyebilirim. Ateşin Meleğinin yaptığı bir iyilik miydi yoksa başka türlü bir istismar mıydı? Çocuklara boğazına kadar suçlu hissettiren ve istismarcı aileleri olmadan mutlu olmak zorunda olduklarını aşılayan bir melek tarafından kurtarılmak mı daha iyiydi yoksa acımasız ebeveynlerin zulmü altında ezilmek ve belki de ölmek mi?
Japonya’da aile kurumunun bozulmaması adına çocuklara yapılan istismar karşısında çocukların çok da korunulmadığından bahsediyordu dizide. Bu da bizi birçok ülkede ve dinde kabul edilen ‘ailenin kutsallığı’ veya ‘aileye atfedilen önem’ sorunsalına götürüyor. Dizide Ateşin Meleğinin kurtardığı bir çocuk yıllar sonra onunla karşılaştığında şu sözleri söylüyor:
‘Bir hata yapmadığından emin misin? Herkesin sen onların ebeveynlerini öldürdün diye mutlu olduğunu mu düşünüyorsun? O zamandan beri koruyucu ailelerimle asla bir bağ geliştiremedim ve yeniden kendimi kötü bir noktada buldum. Çok fazla zorbalığa maruz kaldım ve çok acı çektim. Ailesiz olmak büyük bir handikap. Ancak eskisinden daha iyi durumda olduğumu düşünmeye çalışıyorum. Çünkü düşünmek zorundayım. Çünkü sana izin verdim. Diğerlerinin hepsi de acı çekiyor. Bazıları intihar etti, bazıları depresyonda. Bu öldürülmekten daha mı iyi? Bundan emin misin? Ben bilmiyorum.’

Çocuğun söylediği bu sözler de yaşadığı ikilemi gözler önüne seriyor.
Aile, psikolojik dayanıklılığın ve mutlu bir hayatın da kaynağı olabiliyor, depresyonun, kaygının, intiharın ve mutsuz bir hayatın da. Sevgi dolu ve sevgisini güzel bir şekilde ifade edebilen ebeveynler bir yana, ya geri kalanı?

Alice Miller 'Beden Asla Yalan Söylemez' olarak çevrilen kitabında, birçok kişinin, kurumun, ülkenin ve dinin anne-babaya bu denli özgürlük tanıması ve onları değerli kılmasına isyan etmekte. Bastırılan her duygunun, yaşanılan tüm bu kötülüklerin, anne-babaya zorunlu olarak hissedilen sevgi ve hürmetin bedelinin bedenlerimiz tarafından ağır bir şekilde ödendiğinden bahsediyor. Ailesi tarafından istismar veya ihmal edilmiş birçok kişinin anne ve babasına karşı gerçek duygularının farkına varması ve bunun esaretinden kurtulması yerine anne-babaya karşı olan zorunlu sevginin ve anne-babadan bir gün gelecek olan ilgi ve sevgiye olan umudun, beden veya psikolojik bozukluklar yoluyla ya da kişinin benliğinden uzaklaşarak edebiyat ve sanat alanında karakterler yoluyla acısını dile getirdiğinden bahsediyor. Listesinde yakından tanıdığımız birçok örnek mevcut: Dostoyevski, Virginia Woolf, Arthur Rimbaud, Nietzsche ve daha birçoğu…
Alice Miller ancak gerçek duygularımızın farkına vardığımız ve gerektiğinde ebeveynlerimize karşı nefret ve öfke duygularını açığa çıkarabildiğimiz sürece bu eziyetten kurtulabileceğimizi söylüyor. Çünkü bu ebeveynler yalnızca çocukluğumuzda değil tüm ömrümüz boyunca ya gerçekten ya da içselleştirilmiş olarak bizi sürekli çocukluk yaşantılarımıza, korkuya, çaresizliğe ve değersiz hissetmeye sürüklüyor. İçimizdeki çocuğun güvenebileceği ve duygularını olduğu hali ile kabul edebileceği en azından bir yetişkine ihtiyacı vardır. Bu yetişkin de acı izler bırakan anne veya baba değil, kişinin kendisidir.
Ayrıca Miller birçok terapistin anne-babaya hürmet ve sevgi kuralının çıkmazında kaldığı için danışanlarını da anne-babasını affetme zorunluluğuna sürüklediğinden, danışanın anne-babasına karşı gerçek duygularını dillendirilmesini engellediğinden ve bazen danışanlarını yine ailelerindeki duyulmadığı, anlaşılmadığı toksik ilişkiye sürüklediğinden bahsetmekte.
Acımasız anne-babaların çocukları bir ikileme sürüklenmektedir: Ya anne ve babalarına karşı olan öfkeyi, nefreti, hayal kırıklığını kabul ve ifade edecek ve minnet duymalarına gerek olmadığı sonucuna vararak kendilerine karşı dürüst olacaklar ya da tüm bu gerçeklerin üstünü örterek zorunlu bir sevgi ve hürmet altında, toplumun onlardan beklediği gibi davranacaklar.
Birinci yol, ahlaki öğretilerin ezici yükü altında suçlu, pişman ve kötü hissettirmekte -bahsedilen dizide çocukların ailelerini cezalandırdıktan sonraki suçluluk ve pişmanlık duyguları gibi-; ikinci yol ise çocukların kendi benliklerine zarar vermekte.
Sizce hangi yol daha doğru ve hangi yol daha yanlış? Veya doğru ve yanlış kelimelerini burada kullanıyor olmak hâlâ ahlaki bazı öğretilerin etkisi altında olduğumuzu mu gösteriyor?
Miller da kitabında şu soruyu soruyor: ‘Okuldaki din dersinde dürüstlük soyut bir kavram olarak destekleniyor da, anne babamızla olan ilişkimizde neden yasaklanıyor?’
Comments